Doğu Akdeniz'de Doğalgaz Jeopolitiği ve Güvenliği..

Doğu Akdeniz son yıllarda dünya gündeminde enerji konusuyla birlikte anılır oldu. Bunda İsrail ve Mısır açıklarındaki sırasıyla Leviathan, Tamar ve Zohr sahalarında kayda değer miktarda doğalgaz keşfedilip üretilmesi önemli rol oynadı. Bunun yanında diğer kıyıdaş ülkeler olan Lübnan, Suriye, Türkiye ve nihayetinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) deniz alanlarındaki potansiyel rezervler de konuşulmaya başlandı. 
Rezervlerin büyüklüğü konusunda petrol endüstrisinde sıkça kullanılan 3P (proven/possible/potential yani kanıtlanmış/olası/potansiyel) kategorisini burada da yapmakta fayda var çünkü kanıtlanmış rezerv dışında kalanlar bolca spekülasyon barındırıyor. İsrail ve Mısır’ın aksine diğer ülkelerde henüz büyük bir gaz keşfi söz konusu değil. Bu açıdan abartılı rakamlara itibar edilmemeli. Mısır’ın sahip olduğu ve üretimde Eni-Rosneft-BP gibi şirketlerinin pay sahibi olduğu 850 bcm gaz keşfedilen Zohr sahası sayesinde ise Mısır uzun bir aradan sonra tekrar net gaz ihracatçısı konumuna yükselirken ihracat için LNG yatırımları yapılıyor.
İsrail’in Doğu Akdeniz’de, Leviathan ve Tamar olmak üzere iki önemli gaz yatağı bulunuyor. Bu ikisinin yanında diğer irili ufaklı sahalarla birlikte yaklaşık 1 trilyon metreküp rezerv mevcut. Hazar Şah Deniz’le karşılaştırılabilecek değerdeki bu sahalarda İsrail kapasitenin önemli bir kısmını kendi iç tüketimi için kullanıyor. Gaz sahalarından ihraç edilebilecek miktarın ise ancak yılda 10 milyar metreküp civarında olacağı değerlendiriliyor. İhraç edilebilirse bu gazın nereye ve nasıl taşınacağı konusunda çeşitli projeler geliştiriliyor. Ancak konuyla ilgili somut bir ilerleme yıllardır sağlanamıyor.
Kıbrıs’ın da araya katılarak Türkiye için önemli bir fırsat gibi sunulan İsrail gazının ülkemize ve hatta Avrupa’ya pazarlanması yönündeki değerlendirmelerin gerçekçi olup olmadığını anlayabilmek için ise Avrupa gaz piyasasının yapısına bakmak gerekiyor. Oxford Enerji Enstitüsü’nün araştırmalarına göre, Avrupa gaz talebinin 2020’de 560 milyar metre küp (bcm) seviyelerine ulaşması ve iyimser tahminle bu sayının 2030’a kadar 600 bcm civarında seyretmesi bekleniyor. Öte yandan, iç üretimi düşen Avrupa’nın ithalat gereksinimi ise günbegün artıyor.
Bu açıdan Avrupa toplam tüketiminin sadece %2’sine denk gelen İsrail gaz miktarının önemli bir ihracat potansiyeli barındırdığını iddia etmek güç. Bu kaynakların Türkiye için önemli bir fırsat olarak sunulmasında da Türkiye talep yapısı, arz bolluğu ve gaz fiyatlarındaki rekabet gibi unsurlar eklenince taşlar yerine oturmuyor.
Bir başka tartışma ise eğer ihraç edilebilirse bu gazın hangi yol veya yollarla Avrupa ya da Türkiye’ye taşınacağına kilitleniyor. İlk akla gelen seçenek ise boruhattı. Yüksek basınçlı boruhatları aslında oldukça maliyetli projeler ve bahsedilen miktar düşünülünce projenin karlılığı tartışma konusu. Boruhattı yanında gazın LNG şeklinde pazarlanması da gündemde ancak İsrail buna pek sıcak bakmıyor. İsrail gazının Kıbrıs üzerinden boruhattıyla Türkiye’ye gönderilmesi ya da daha uzun ve doğal olarak masraflı bir yol olarak Girit üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasına yönelik projeler konuşuluyor. 
İsrail’in Doğu Akdeniz altından geçecek bir boruhattıyla Türkiye’ye gaz göndermesi fikrini Kıbrıs sorunundan bağımsız düşünmemek gerekiyor. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var: Gaz sanayiindeki genel teamüle göre tedarikçi ürünü sınırda alıcıya teslim etmek üzere tüm transit riskleri üstleniyor. Ancak İsrail gazının Türkiye’ye ulaştırılması için tasarlanan boruhattına Türk şirketlerin ortak edilmek istenmesi kafa karıştırıyor. Akıllara acaba ileride GKRY ile yaşanacak bir sorunda Türk şirketlerinin GKRY ile muhatap edilmesi mi isteniyor sorusu geliyor. Öyle ya madem İsrail Türkiye’ye gaz satmak istiyor, ürününü sınırda teslim etmeyi ve bununla ilgili tüm transit riskleri göze almayı neden istemiyor?
Bu projenin 2020’den sonra gerçekleşmesi planlanmışken zaten gerçekçi gözükmeyen ve siyasi saiklerle gündemde tutulan projenin an itibariyle olumsuz seyrettiği görülüyor. Türkiye’nin boru yerine sıvılaştırılmış gazla beslenen FSRU terminallerinin ikincisini Dörtyol’a kurarak ulusal gaz şebekesine güneyden de giriş sağlaması, bu projenin mantığını tümden ortadan kaldırıyor. Türkiye’ye boru düşüncesi üzerine yapılan tartışmalar sonuçsuz kalırken ikinci projenin yani Girit üzerinden Avrupa’ya uzanacak boru ile gaz satışının edimsel olmaması nedeniyle söz konusu rezervlerin sadece daha geniş jeopolitik konular için bir araç işlevinden öteye gitmemesi sonucunu doğuruyor. Kısıtlı miktarda gazın binlerce kilometrelik hatla Akdeniz’in altından Avrupa’ya götürülmek istenmesi zaten ekonomik mantıkla açıklanamaz. O halde bu tür projeler, başka hesaplar için öne atılıyor. Bu hesap ne olabilir derken, Doğu Akdeniz’de deniz alanının paylaşımı meselesi yani denizlere kıyısı olan ülkelerin 200 deniz miline kadar hükümranlık ilan edebileceği Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) tanımlaması beliriveriyor.
Doğu Akdeniz’de MEB ile en çok ilintili olan mesele ise Kıbrıs açıklarında olduğu iddia edilen rezervler. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 13 parsele böldüğü sahalar için uluslararası şirketlerin iştirak ettiği ihaleler düzenliyor ve çeşitli ülkelerin petrol şirketleri burada aktif arama işlemleri yürütüyor. Yalnız şu ana kadar önemli sayılabilecek kanıtlanmış rezervin bulunmamış olduğu da unutulmamalı. Meseleyi daha çetrefil hale getiren ise GKRY tarafından parsellenen sahalardan bazılarının KKTC tarafından milli petrol şirketimiz TPAO’ya verilen ruhsatlarla çakışması. Örneğin, 12 numaralı Afrodit sahası KKTC’nin verdiği G bölgesi ruhsatıyla üst üste geliyor. Tartışmalı olan bu sahada 120 milyar metre küp gibi cüzi miktarda gaz bulunduğu belirtiliyor. 
Kıbrıs rezervleri konusunda tarafların haliyle farklı söylemleri bulunuyor. Bu konuda bir takım hukuki argümanlar geliştiriliyor. Buna göre KKTC ada rezervlerinin ortak olduğunu ve GKRY’nin tek başına ihale düzenlemesini hukuksuz bulduğunu ifade ediyor. GKRY ise klasik söylemiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin adayı temsil eden yegane varlık olduğunu ve tek taraflı yaptığı ihaleler sonucu gazdan doğacak gelirden Kıbrıs Türklerinin de hakkını alabileceği savını ortaya atıyor. Bu söylemin içinin boş olması bir yana, meselenin hukuki olmaktan ziyade jeopolitik bir konu olduğunu tekrar hatırlatmakta fayda var. Ayrıca bir başka söylem de kıt miktardaki rezervin elektriğe dönüştürülmesi ve adanın tümünde kullanılması. Kulağa ilk başta hoş gelse de bu argümanın da bizim açımızdan sıkıntı yarattığı not edilmeli. 
Öte yandan AB’nin desteğini arkasına alan GKRY, 2004 yılında Türkiye’nin aleyhine MEB ilan etmiş durumda. Sonrasında ilgili taraflarla diplomasi yürüten GKRY, MEB anlaşmalarıyla Meis adasını bahane eden Yunanistan ile birlikte Türkiye’nin Akdeniz’deki yaklaşık 100 bin km kare deniz alanını çalıyor. Türkiye ise Akdeniz’de resmen MEB ilan etmemiş durumda. Henüz MEB ilan edilmemesi tabii ki hakkın yitirilmesi anlamı taşımıyor. Ancak bu zamana kadar neden MEB ilan etmediğimiz sorusunun yanında kanaatimizce ülkemizin bu yöndeki politikasını yeniden ele alması gerekiyor. 
Aslında Türkiye’nin MEB’i içinde bulunan sözgelimi 5 ve 6 numaralı GKRY sahalarında faaliyet gösteren şirketlerin faaliyetlerle sorunu daha da büyütüyor. 6 numaralı sahada ön bulgularla 170 bcm gaz bulunduğu iddia ediliyor ama buna yönelik yeterince çalışmanın yapılmadığını da eklemek gerekiyor. İtalyan ENI şirketinin donanmamız tarafından uyarılması ve faaliyetlerine son vermesi kararlı hareket edildiğinde sonuç alınabileceğini gösteriyor. 10 numaralı sahada etkinlik gösteren ExxonMobil firmasını korumak üzere ABD 6. Filonun bölgeye intikali sözkonusu ama bu saha Türkiye’nin MEB sınırları içerisinde yer almıyor. 
Doğu Akdeniz enerji gelişimi konusunda bu zamana kadar etken değil edilgen bir tutum takındığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Konu hakkında Türkiye’nin ulusal çıkarları için, çelişkili argümanları geride bırakıp yeni bir söylem ve eylem bütünlüğünün geliştirilmesi gerekiyor. Bunu yaparken de hukuki bakış açısının yerini değişen şartlara göre tasarlanacak yeni bir jeopolitik hesaplamanın alması gerekiyor. Örneğin KKTC’nin GKRY’nin tek taraflı adım atmaması gerektiği ve ada rezervlerinin ortak işlenmesi için 1960 anlaşmasını referans göstermesi müzakerelerde yürütülecek pazarlıklar için geçici olarak kullanılabilir ancak unutulmaması gereken KKTC’nin ayrı bir devlet olduğu iddiamız. Eski Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilgili anlaşmaları sürekli referans göstermek mevcut durumla zaten çelişki yaratıyor. Bunun yerine Akdeniz’de merkezinde enerjinin yer aldığı yeni bir Kıbrıs politikasının belirlenmesi gerekiyor. 
Belirlenecek yeni politikada iki seçenek masada duruyor: Bunlardan birincisi Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC’nin bağımsız devletler olarak ayrı ayrı ilan edecekleri kendi MEB’leri içerisinde hidrokarbon aramalarında bulunmak. İkincisi ise uluslararası şartların değiştiği dikkate alınarak gelecek yıldan itibaren KKTC’nin Türkiye ile bütünleşmesine odaklanmak suretiyle ilan edilecek yeni MEB’de enerji aramaları yapmak. 
Her iki durumda da deniz alanımızda bulunan potansiyel kaynakların araştırılmasına öncelik verilmeli. Şimdiye kadar derin denizlerde keşif-arama çalışmalarında pek bulunmadığımız ve denizlerimizi ihmal ettiğimiz bir gerçek. Bu durum Akdeniz için daha fazlasıyla geçerli. Gerek kendi imkanlarımızı geliştirerek gerekse derin denizde arama teknolojisine sahip yabancı şirketlerle ortaklık yoluyla tüm deniz alanlarımızı kapsayacak bir enerji arama seferberliği başlatılmalı. 
Sonuç olarak, Kıbrıs sorununa çözüm sürecinde enerji her gündeme geldiğinde özellikle dikkat kesilmek gerekiyor. Enerji konu başlıklarından sadece biri ve meseleyi salt enerji üzerinden tartışmak yanıltıcı. Çok boyutlu sorunlar üst jeopolitik pencereden ele alınmalı. Bu sebeple, Kıbrıs’taki müzakere süreci ile salt enerji konusunu birbirine endekslemek Türkiye’nin Kıbrıs politikası açısından büyük bir hata olur. Uluslararası sistemde tektonik değişimlerin olduğu bir dönemde Türkiye, garantörlük haklarından en ufak bir feragat dahi göstermeden ve Türk askerinin Kıbrıs’taki varlığının Kıbrıs Türkleri için vazgeçilmez bir güvenlik kalkanı olduğu gerçeğinden hareketle Kıbrıs politikalarını Doğu Akdeniz enerji denklemi üzerinde kamuoyunda kasıtlı olarak yapılan manipülasyonlardan uzak tutmaya özen göstermeli. Doğu Akdeniz her şeyden önce Türkiye’nin güneydeki çıkış yolu ve mavi vatanın en önemli alanlarından biri. Mesele bu gibi çok boyutlu parametrelerle incelendiğinde Ankara’nın Kıbrıs politikasında bölgedeki askeri yeteneklerini artırmak suretiyle yeni bir ulusal politika inşa etmesi artık kaçınılmaz gözüküyor.



Comments

Popular posts from this blog

"Altın Madeni’nde Siyanürle Altın Aranıyor" iddiası..

Akdeniz’in Hidrokarbon Potansiyeli

Yörükler-1 kuyusu kuru kuyu olma ihtimali riski çok yüksek